Ramazan iklimi hem Kur’an ve oruç, hem merhamet ve şefkat, hem de af ve gufran ayıdır. Ramazan, Kur’an’ın nazil olmaya başladığı, İslam’ın beş temel esasından orucun farz kılındığı, merhamet duygularının zirveleştiği, Hz. Peygamber ile Cebrail’in Kur’an’ı mukabele ettiği, ümmetin de tekrarladığı ibadet-yoğun bir mevsimdir. Ramazan’ın manevi bir iklim olmasını sağlayan, Kur’an ve oruç ayı oluşudur.
Ramazan iklimindeki oruç, insana başkalarının farkında olabilmek gibi bir duyarlılık ve farkındalık kazandırır. Oruçla insan imsaki; yani ağzından gireni kontrol etmeyi ve açların hâlini kavrama empatisini elde eder. Çünkü aç olan insan, açlığın ne olduğunu anlar. Tok ise herkesi tok zanneder.
Farkında olmamız gerekenler ilk olarak aile fertlerimiz, akrabalarımız, yetimler ve komşularımız, sonra ülkemizin insanları ve topyekûn insanlıktır. Çünkü “dünyanın gidişatından Müslüman sorumludur.” İslam, beşeri münasebetleri yakından uzağa doğru tanzim etmiştir. Bu itibarla yakın olanların uzak olanlara göre daha fazla hakkı vardır. Nebevî ifadesiyle insan tabiatının icabı da budur. (Bkz. Buhârî, Şüf`a, 3, Hibe, 16, Edeb, 32.) Allah Teala da ayette şöyle buyurur: “Allah’a ibadet edin ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Anaya, babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolcuya ve maliki bulunduğunuz kimselere iyi davranın...” (Nisâ, 36.)
Ayette ifade edilen yakın komşuya iyilik, hem evi yakın olan komşu, hem de Müslüman kardeşlerine güzel muamelede bulunmak ve onlara yardım etmek demektir. Uzak komşuya iyilik ise, evi uzak olan yahut Müslüman olmayan kimselere yardım demektir. Hz. Peygamber (s.a.s.) haklar açısından komşuları üçe ayırmaktadır:
1- Gayrimüslim komşular: Bunların sadece komşuluk hakları vardır.
2- Müslüman komşular: Bunların komşuluk ve din kardeşliği olmak üzere iki hakkı bulunmaktadır.
3- Müslüman akraba komşular: Bunların komşuluk, din kardeşliği ve akrabalık olmak üzere üç hakları vardır. (İbn Hacer, Fethü’l-Bârî, Dâru’l-Fikr, Fuat Abdülbâkî neşri, ts., X, 456.)
Peygamber Efendimiz, infakta gözetilmesi gereken sırayı şöyle tesbit etmiştir: “Harcamaya nefsinden başla. Artanı çoluk-çocuğuna sarf eyle. Ailenden bir şey artarsa, bunu da yakınlarına harca. Bunlardan arta kalanı da sağındaki solundaki komşulara ver!” (Bkz. Nesâî, Zekât, 60, Büyû, 84; Müslim, Zekât, 41.)
Samimi Müslümanın ahlakı, civardaki komşuların farkında olmaktır. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s.) bu konuda bizler için şöyle bir hayat kılavuzu ortaya koymaktadır: “Komşusu açken tok yatan bizden değildir.” (Hâkim, II, 15; Heysemî, VIII, 167.)
Modern hayat tarzının insanlara kaybettirdiği en önemli değerlerden birisi komşuluk münasebetleridir. Günümüz insanları, çevresinin farkında olmayan merhametten mahrum bencil ferdler hâline geldi. Her koyunun kendi bacağından asılacağı düşüncesiyle insanlar çevreye duyarsızlaştı.
Komşuluk ilişkilerinin nirengi noktası, komşuların da insan olduğu duygusuna ermektir. Sadece “kendi” merkezli yaşamak, “ben” merkezli düşünmek ve karşısındakileri hiçe sayıp görmezden gelmek komşuluk münasebetlerinin zaaf noktasıdır.
Komşularını görmezden gelen ben merkezli tavrın önüne geçecek anlayış, kendini başkasının yerine koymaktır. Kişisel gelişimle ilgilenenler diyorlar ki: İnsani ilişkilerin temel noktası “empati” denilen kendisini karşısındakinin yerine koyma prensibidir. Empati duygusuna ermiş bir mümin, dünya imtihanını başarıyla tamamlayacak bir yüreğe sahip demektir.
Kıyamet günü alışverişi olmayan bir gündür. Alışverişi olmayan, dükkânların kapalı olduğu bir günde nasıl alıp satarak eksiklikler tamamlanamazsa, kıyamette ibadet ve infaka ait eksik ve gedik tamamlanamaz. Bu itibarla ramazan ayını fırsat bilip yakın çevremizdeki ihtiyaç sahibi komşularımızın farkına varmak, alışverişi olmayan o günden emin olmanın bir yoludur.
Komşuların, yakınların, ihtiyaç sahiplerinin dertlerini hisseden kişiler, tarlasına tohum eken çiftçiye benzerler. Nasıl çiftçi araziden en iyi şekilde mahsul elde etmek için ziraata gereken ehemmiyeti verir ve tohumun en iyisini ekerse, komşularına ve çevresindekilere infakta bulunan kişiler de malın iyisinden bolca verirler. Çünkü Allah Teala onları en güzel şekilde mükâfatlandıracaktır. İnfak edenler bu gerçeğe inanırlar. Nitekim Kur’an’da: “İyiliğin mükâfatı iyilik değil midir?” (Rahmân, 60.) buyrulur.
İnsanoğlu bu âlemde sahip olduğu mal ve mülkü kendisinin sanır. Bu duygu infak ve paylaşmanın önündeki en büyük engeldir. İnsan mal üzerindeki süreli tasarruf hakkını mülkiyet ve sahiplik zanneder. Dünya malının devre mülk olduğunu unutur. Gerçek malın bu dünyada infak edip kendi adına kaydettirdiği mal olduğunu düşünemez.
Merhamet, Allah’ın insanların gönüllerine ve vicdanlarına Rahman isminin tecellisi olarak lütfettiği sevgi ve paylaşmanın temel dinamiğidir. Merhameti geliştirmenin yolu vermek ve paylaşmaktan geçer. Bugün Batı toplumlarında sosyal devlet anlayışının, insanların merhamet duygularını dumura uğrattığı kabul edilmektedir. Çünkü insanlar şefkat ve merhamete muhtaç; yoksul, yetim, yaşlı ve düşkünlere “nasıl olsa devlet bakar” ya da “baksın” diye el uzatmamakta, bu duygularını geliştirecek ortamlardan uzak durmaktadır. Bu ise yardımlaşma duygularını heder etmektedir.
Stres ve sıkıntıların temelinde insanın sahip olduğu nimetlerin farkında olmaması ve sürekli daha fazlasını isteyerek ruhi sıkıntıya girmesi yatmaktadır. Cömertlik duygusu ve paylaşma heyecanı bu stresi ortadan kaldırabilecek güce sahiptir. Çünkü cömert insanın gönlü de, kapısı da açık ve geniştir. Bu yüzden komşu olunacak kişilerin cömert olması tavsiye edilir.
Nitekim Bişr Hâfi’nin bu konudaki şu şiiri dikkat çekicidir:
Komşu olacaksan birine eğer
Cömerd kişiler komşuluğa değer
Biriyle istişâre edeceksen eğer
Müşâvir hakîm olmalıymış meğer.
Komşuluk münasebetlerinde cömert ve isar ehli olmanın asrısaadette çok güzel misalleri bulunmaktadır. Nitekim İbn Ömer’in anlattığına göre, ashaptan birisine bir koyun kellesi hediye edilir. O da: “Herhâlde komşumun benden daha çok ihtiyacı olmalı” diye düşünerek onu komşusuna gönderir. Herkesin aynı duygularla geleni komşusuna vermesi sonucu koyun kellesi yedi ev dolaştıktan sonra ilk sahibine geri döner. Bu olay üzerine şu ayet-i kerime iner: “Kendileri zaruret içinde olsalar bile onları kendilerine tercih ederler.” (Haşr, 9.)
Evet, kendileri zaruret içinde olsalar bile onları kendilerine tercih ederler sırrına mazhar olmak, dert sahibi olmaktan, “komşum acaba hangi sıkıntı içerisindedir” derdini hissetmekten geçmektedir.
Dert sahibi olmak, sorumluluk duygusu içerisinde hareket etmek komşuluk münasebetlerinin temel esasıdır. Dertli insan üşüyen komşusu varsa ısınamaz, aç varsa tok yatamaz, ayağına diken batan varsa onu kurtarmadan rahat edemez. “Bir tek ben ne yapabilirim? Benim gücüm neye yeter?” şeklindeki bir algı sorumluluktan kaçıştır. Nasıl yanan bir mum yüzlerce, binlerce mum yakmakla enerjisinden bir şey kaybetmezse insanoğlu ıstırap çeken komşularının acılarına merhem olmakla bir şey kaybetmez. Aksine yüreğinde duyduğu aşk ve heyecanı başkalarıyla paylaşarak büyütebilir. Ulaşılan her bir, bir değil bin olur. Nitekim Mevlana’nın “bir birle olunca on bir olur” sözü bu manayadır.
Sadece kendi gücümüzü ve yapabileceklerimizi değil, eşimiz, dostumuz, ailemiz, akrabalarımız, komşularımız ve topyekun toplumumuzla birlikte neler yapabileceğimizi düşünmemiz icap eder. Tek başımıza olmaktan ziyade, bir bütün olarak neler yapabileceğimizi düşünmeliyiz. Bu duygular uzakları yakın edecek, mesafeleri kısaltacaktır.
İslam’ın en önemli özelliklerinden birisi, hayatı heyecan ve coşku ile paylaşarak dolu dolu yaşamayı telkin ediyor olmasıdır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurur: “İman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe iman etmiş olamazsınız. İşlediğiniz takdirde birbirinizi sevmeye vesile olacak bir amel göstereyim mi? Aranızda selamı yayınız.” (Müslim, Îmân, 93; Ebû Dâvud, Edeb, 131; Tirmizî, Sıfatü’l-kıyâme, 54.)
Bu hadis bütün sarahati ile inanan insanların yüreklerinin bir ve beraber atmasını, paylaşmalarını emrediyor. Aynı safta omuz omuza cemaat olan komşuların biri aç öbürü tok ise yüreklerinin kenetlenmiş binalar gibi olması mümkün mü? Amelsiz sadece kuru telkin ve boş laflar paylaşım için yetmez, fiiliyat gereklidir. Çünkü düğün geçince nasıl kına lazım değilse, sıkıntı geçince de infakın; paylaşmanın ve komşuluk gösterisinin bir anlamı kalmaz. Gerçek dost ve komşu kara günde belli olur. Meziyet herkesin iltifat ettiği ikbal günlerini yaşayanları değil, sıkıntıya düşmüş dost ve komşuları aramaktır.
Mevlana içinde samimi duygular taşımayan, sâdece hasta komşusunu gösteriş için ziyaret etmek isteyen, kulağı ağırlaşmış bir komşunun ibretlik durumunu ne güzel anlatır: Anlayışlı, hal hatır bilen birisi az duyan arkadaşına: “Komşun hastalanmış, haberin yok mu?” der. Az duyan kendi kendine: “Az duyan kulağımla, o hastanın ne dediğini ben nasıl anlarım? İnsan hasta olunca sesi de zayıf çıkar. Bu durumda onun sözlerini hiç anlayamam. Ama komşum olduğu için mutlaka gitmem lazım” diye düşünür. Sonra: “Onun dudaklarının kımıldadığını görünce, ne dediğini tahmin yolu ile anlarım.” Önce: “Nasılsın komşum?” derim, o da karşılık olarak: “İyiyim” der. Ben: “Allah’a şükürler olsun” derim. Sonra: “Ne yemek yedin?” diye sorarım, o da: “Süt ya da çorba içtim” der. Ben de: “Afiyetler olsun” derim. “Peki, tedavi için kim geliyor?” diye sorarım. O da: “Filan hekim geliyor” diye cevap verir. Ben: “O hekimin ayağı çok uğurludur. İyi ki onu çağırmışsınız, o gelince işler yoluna girer. Siz, o hekimin ayağının uğrunu deneyin, o hangi hastaya gitmişse, hasta sağlığına kavuşmuştur” derim.
Samimi olmayan duygularla “komşumu görmem lâzım” diye düşünerek yola çıkan kulağı az duyan bu adam, soru ve cevapları kafasında tasarladıktan sonra kalkar ve hasta komşusunu ziyarete gider.
“Nasılsın?” diye sorar. Hasta: “Çok fenayım, ölüyorum” deyince, sağır komşu: “Allah’a şükürler olsun” der. Hasta bu söze incinir ve fena hâlde canı sıkılırak: “Bu ne biçim şükür? Şükrün sırası mı? Demek ki bu komşu, bizim ölmemizi istiyor” diye düşünür. Sonra hastaya: “Ne yiyorsun?” diye sorar. Hasta: “Zehir, zıkkım” der. Sağır: “Afiyetler olsun” deyince, hastanın kahrı ve üzüntüsü büsbütün artar. Daha sonra: “Derdine çare bulmak ve seni tedavi etmek için hangi hekim geliyor?” diye sorar. Hasta: “Azrail geliyor, Azrail” diye söylenir. Sağır da: “Onun ayağı çok uğurludur, o geldiği için sevin, neşelen” diye cevap verir.
Kulağı az duyan samimiyetsiz komşu sevinerek evden çıkar ve: “Şükürler olsun! Böyle rahatsız bir zamanında komşumun halini hatırını sordum, gönlünü aldım” der. Hasta ise: “Meğer bu adam benim can düşmanımmış, onun ne cefa kaynağı olduğunu bilmiyormuşum” diye düşünür. (Mesnevî, I, b. 3359-3390.)
Hikâyede geçen sağır adam iyilik ettim sanıyordu ama, işler tersine gidiyordu. O bir hastayı ziyaret ettim, komşu hakkını yerine getirdim diye seviniyordu. Hâlbuki o farkına varmadan “komşumun gönlünü yapayım” derken gönül kırmıştı. Tahmin ve uydurmaca sözlerle komşusunun kalbine ateşler düşürmüştü. Gösteriş için, samimiyetsiz komşu hakkı yerine getirmeye kalkarak günaha girmişti. Amel ve davranışlarımızda ihlas ve samimiyet çok önemli. O olmayınca en değerli ameller boşa çıkıveriyor.
Şimdi öyleyse gelin şu ramazan ikliminde hep beraber samimi derdler kuşanalım.
Gelin bir iftarı mahallemizdeki kimsesiz bir komşumuza ayıralım.
Gelin yaşlı bir komşumuzu ziyaret edelim.
Gelin ihtiyaç sahibi komşumuza bir iftar paketi sunalım.
Gelin bir yetim komşunun bayram kıyafetini alalım.
Gelin “bir” olalım, “beraber” olalım, “kul” olalım!..