Dünya sahnesinde öyle ülkeler vardır ki üzerine onlarca ambargo, ekonomik kuşatma, diplomatik tecrit yığılır; ama yine de yıkılmaz. Çünkü onları ayakta tutan tanklar, toplar değil, inançtır; iradedir. İran, işte böyle bir örnek.
Yaklaşık yarım asırdır Batı’nın her türden baskısına maruz kalan bir ülke. Ticaret yapamaz hale gelmiş, petrolünü satarken bile adeta dünya devlerinden izin almak zorunda kalan, bankacılık sisteminden dışlanan, SWIFT gibi küresel ağlardan koparılmış bir yapı. Sanayi devriminden çok sonra, teknolojik bağımlılığı en üst düzeyde yaşamış bir ülke. Öyle ki elindeki savaş uçakları hâlâ 1960’ların, 70’lerin hatırası. Yedek parça bulamaz, bakımını yapamaz halde. Uçsa ne olacak; bugünün hava savunma sistemleri karşısında kuş gibi av olacaklar.
Ama burası İran! Kararlılığın, direnmenin, teslim olmamanın adı. Bugün dünyaya meydan okuyabiliyor. Hem de öyle sıradan bir ülkeye değil; ABD gibi küresel bir güç merkezine ve İsrail gibi teknolojik üstünlüğüyle nam salmış bir ülkeye.
İran ne yaptı? Yıllarca kıt kanaat kaynaklarla yerli savunma sanayisini geliştirdi. Füze teknolojisinde devrim yaptı. 2.000 kilometre menzilli füzeleriyle, bölgesel dengeleri alt üst edecek kabiliyete erişti. Ne ABD durdurabildi, ne İsrail’in istihbarat ve hava savunma sistemleri önleyebildi.
Peki neden?
Çünkü inandılar. Çünkü “Biz bunu kendimiz yapmak zorundayız” dediler. Çünkü dışa bağımlılığın yalnızca ekonomik değil, askeri bir esaret olduğunu gördüler. Ve nihayetinde, ambargoların zincirini kendi elleriyle kırdılar.
Şimdi gelelim bize.
Türkiye, Cumhuriyet tarihinin en güçlü ve en özgüvenli dönemlerinden birini yaşıyor. Savunma sanayisinde son yıllarda atılan adımlar tarihî nitelikte. İHA’lar, SİHA’lar, yerli helikopterler, zırhlı araçlar, gemiler, roket sistemleri, milli savaş uçağı derken bağımlılık zinciri her geçen gün biraz daha kırılıyor.
Ama yeter mi? Elbette yetmez.
İran bize çok önemli bir şey gösterdi: Eğer milli bir duruşun varsa, kararlılığın varsa, dünya karşında dursa da seni yenemez. Dışlandığını sanırsın ama aslında kendi içine dönüp güçlenme fırsatı bulursun. Asıl mesele; o fırsatı görmek, değerlendirmek, yılmadan çalışmak ve üretmektir.
Amerika ve İsrail’in İran karşısındaki kırılganlığı, işte bu yüzden hepimize bir uyarıdır: Dünyayı fesada veren bu aktörler, bir millet kararlı olduğunda, yapacak çok da fazla şey bulamazlar.
İran’ı sevmek, benimsemek değil bu mesele. İran’dan ders almak meselesi. Ve o ders şudur:
Kendi göbeğini kendin keseceksin. Kendi silahını kendin yapacaksın. Kendi göklerini, kendi kalbini, kendi vatanını kendi iradenle koruyacaksın.